Soluklan (I)
Hayat öyle bir hızla akıp gidiyor ki neler olup bitiyor farkına varamıyoruz bazen. Vaziyetimiz ırmaktaki bir katreye benziyor. Nasıl ki o katre tatlı bir sudur da karanlık dağ dibinden yolculuğa başlar biz de öyleyiz. Bir karanlıktan geliyoruz hayata.
Su damlası zamanla membadan ırmağa katılır. Dağlar, ovalar, ağaçlar, çiçekler, böcekler ve türlü varlıklar gelip geçer önünden ve hepsinin varlığına şahit olur. Tanışır sanki onlarla. Fakat suyun hızı belli bir sınırı aştığı anda dışarıdaki dünya ırmak için buğulu hale gelir. Renkler ve desenler birbirine karışır. Eskiden alınan görüntü şenliği kaybolur, lezzet yitirilir. Artık gölgelerden ibaret soluk bir yaşam kalır sanki geriye.
Amacına ulaşma tutkusuyla çalışan biz insanlar da dünyamızı soluklaştırdık. Eskiler nasıl yaşardı tam olarak bilemem ama bir takım fotoğraflar ve hikâyeler az da olsa bu konuda malumat veriyor. Ne de olsa balın tadını anlamak için tüm kavanozu yemek gerekmiyor. Samimiyetin lezzetini anlamak için de illa geçmişte yaşamak gerekmiyor. Belki inanmak için yaşamak gerekiyor. O da neden biliyor musunuz? Kendimizi öyle bir hale getirdik ki; ‘’eskiden insanlar ihtiyacı olan alsın diye Devlet-i Aliye sadaka taşları yaparmış.’’ Denildiğinde şaka gibi geliyor. İnanamıyoruz ne yitirdiğimize ya da inanmak istemiyoruz hiçbir zaman o anların geri gelebileceğini ummadığımız için. Umutsuzluk heyhat kara bir kuyu!
Peki, ne yapmalı, nereden başlamalı? Kolay iş değil elbet insanın düştüğünü anlaması, durmakta olduğu yerin farkına varması. Kişi olduğu yerden ayrılmalı ki, akıyorsa bir anlığına durmalı ki neler olup bittiğinin farkına varsın. Mesela; hiç yapmadığı bir şey yapsın. Bir yolculuk olabilir bu. Öyle günlerce süren bir şey de şart değil. Sadece iç dünyasında neler olup bitiyor bunu anlamaya zaman olsun. Kimsenin hatırına değil de kendi hatırına olsun bu seferlik de. Nefsinin değil yüreğinin hatırına, problemler çözmek için didinip duran zihninin hatırına.