Şehrin Elinden Tutarsan
Birisi, “yazar hikâyesini seçmez, hikâye yazarını seçer.” demişti. Bunun kısmen doğru olduğunu düşünüyorum. Fakat bence yazmak kader işidir; hesapların ötesinde yürek işidir. Bir yolculuk; meselenin başlangıcı, menşei kalptir. Orada başlar her şey. Hissiyat edeple fikir hanesinin tokmağına dokunur, beklemeye durur sabırla, sükûnetle. Akıl ise bir nevi ulaktır. Kapısına kadar gelen o tatlı daveti alır ve müthiş bir özenle ve çabayla beyan köşküne iletir. Varoluş gayesini yerine getirdiğinden alabildiğine hassastır fikirhanesi. Kelimelerin doğuşunun her evresinde emek vardır. İlmek ilmek işlenir her dokunun her çizgisi, her noktası. Ve nihayet beklemeye durur elbiseleri giydirilmiş, özenle hazırlanmış yolcu. Artık hazırdır temaşaya. İki dünyanın bir olması artık yazara kalmıştır, misafiri buyur etmek kişiye kalmıştır. Zaten çok bekletmiştim, huzurlarınıza gelsin…
Arkadaşlarımdan biri Ankara’ya “gri şehir” demişti. Aklıma takıldı bu söylem. Sonra da bu yazıya başlamaya karar verdim. Daha evvel de yazmayı düşünüyordum fakat o söz bir dilek gibi geldi. Acaba onca isim varken neden gri şehir denilmişti? Ya da neden bir isim verme ihtiyacı hissedilmişti? Soruların cevaplarını bilmiyorum ama şehirlere canlılığını hissetme arayışında yalnız olmadığım anladım. Varlığı duyulabilen ama çoğunluk tarafından dile getirilemeyen bir doku var yoğun kitleler halinde yaşamımızı paylaştığımız bu yerlerde.
Bir şehre ilk geldiğimde beni kendine has karakteriyle karşılar. İlk izlenim önemlidir denir ya, aynı öyle şehirlerin bende ilk bıraktığı izi kolay kolay unutmam. Nasıl bir insanın yüzünde yaşamış olduğu tecrübelerden dolayı bir takım izler varsa her şehrin de nevi şahsına münhasır çeşitli hayat kalıntıları, karakteristik özellikleri vardır. O hayat bekçilerinin arasında kocaman mavi gözleri olan da vardır, kirli sakalıyla bakışlarından duman tütenleri de. Bazıları ise jilet gibi giyinmiştir, teftişe hazır bir asker misali karşılar beni. Alabildiğine farklı özellikleriyle her şehir adeta “merhaba” der yeni dostluklara.
Hep şehirleri oluşturanın insanlar olduğu düşünülür, peki gerçekten de öyle midir? Bir zamanlar tamamen özgür olan bu toprakların hiç mi iradesi yoktur hüküm sürdüğü alanlarda? Mesela dilediği kadar su içemez mi bir şehir? Ya da delicesine esen rüzgârla dolduramaz mı semalarını? Denizlere kendi soluğunu üfleyemez mi? Bence insanüstü bir iradeyle yaşıyor şehirler, tamamıyla bize ait sandığımız havadan, topraktan ve yaşamaya ait her şeyden nasiplenerek. Hatta sabırla taşıyor bizleri kendi çocuklarıymışız gibi.
“Ben çocukluğumu yaşadığım şehirle kavgalı büyüdüm. Yıllarca kaşlarımı çatıp geçtim sokaklarından. Bir arkadaşa küser gibi küstüm ve öyle baktım yüzüne, bazen varlığına aldırmaksızın görmezden geldim onu. O ise bana karşı hep sabırlı oldu. Bir anne gibi. Hiçbir zaman “git ve bir daha dönme” demedi. Diyemez miydi? Anneler hiç kendi çocuğuna böyle bir şey diyebilir mi? Diyemez. Büyüdükçe küslüğüm geçmişti, yıllar geçtikçe özlemiştim onu. Geri döndüğümde sarılmak istemiştim. Ruhum özür borçluydu Şehrime. İnsanın ruhu ağlar sonra gözyaşları akar. Uzun uzun bakışlarım ağlamalarım oldu. Şehir buğulandı o vakitler. Zamanın anlamının olmadığı vakitler olur bazen işte o anlar öyleydi. Araya mesafeler girince insan yalancıktan küstüklerini özlüyor, sıkıca bağlı olduklarını özlüyor. Şehirler de özleniyor. Neden özlenmesin onların yüreği yok mu? Bugün Gazze ağlamıyor mu mesela? Hiç özleyeni yok mu?
İnsan en çok sevdiğine küser ya. Ben de belki en çok onu seviyordum tüm şehirlerin arasında, bu yüzden en çok onunla kavga ettim. Artık hızlı hızlı geçip gitmiyorum yanı başından, selam veriyorum. Ellerimi uzatıp ağaçlarına dokunuyorum. Rüzgârında salınan yaprakları izliyorum. Bazen yürürken avuçlarımı nefesine açıyorum. Kalabalıklarına karşı anlamsız gülücükler peyda oluyor yüzümde. Bir yerlere oturup onu dinlediğimde hikâyesini anlayabiliyorum. Omuzlarımda hissedebiliyorum varlığını. Ve biliyorum ki her insanın olduğu gibi onun da hikâyesi var, onun gibi tüm şehirlerin hikâyesi var. “