Elif’lere Vav’lara
‘’Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez.’’ diyor Sokrates. Bu sözün benim için anlamı büyük zira soru sormak düşünce hayatım büyük bölümünü kapsıyor. Çoğu zaman bir şeyler yazmak için elime kalem aldığımda, kurduğum cümlelerin ardında soru işaretleri sıralanıveriyor. Her seferinde kendimi mi bir cevap bulmaya zorluyorum yoksa muhatap kabul ettiğim insanları mı bilemiyorum. Bazen kendi kendime şöyle diyorum; Soru sormamak, sorgulamamak belki de daha doğrudur.(En azından yaşama biçimi olarak daha kolay.) Üstelik huzura ermek, doğru olanı bulmak ve mutlu olmak için binbir sorguyla cebelleştikten sonra bir de hüsrana uğrayınca insan kendini budala gibi hissediyor. Tıpkı Dostoyevski’nin Prens Mişkin karakteri gibi.
Öğrencilik yıllarımda matematik bölümünde okuyan bir arkadaşım vardı. Başkalarının emirlerini dinlemeyi pek sevmezdi, ayrıca tavsiyelere de pek kulak asmazdı. Çoğu seçenekten ziyade kendi bildiği ya da kendi açtığı yolun doğru olduğuna inanırdı. Kararları neticesinde her ne kadar hayatında büyük bedeller ödemiş olsa da kendine has bir duruşu vardı ve saygı duyulan birisiydi. Bir keresinde şöyle demişti,” Ben de bazı arkadaşlarım gibi ufak şeylerden mutlu olmak istiyorum. Mesela en basitinden televizyonda maç seyrederken bundan zevk almak istiyorum. Daha doğrusu maç seyredebilmeyi istiyorum. Ama hiçbir faydası olmayan bir şey bana nasıl zevk verebilir, ondan nasıl tat alabilirim? ” Bu sözleri duymam üzerinden onca zaman geçmesine rağmen, lise zamanlarımda gece vakti bir başıma otururken düşündüğüm şeyleri hatırlattı ”Bu dünyada her şeyin zirvesine ulaşsam ne olacak? Mesela yazar mı olmak istiyorum diyelim ki yüzlerce kitabım zirvelerde sattı ve çok başarılı oldum. Sonra ne olacak? Bu hayatta didinip duruyoruz ama bütün çabamız ne için?’’
Çocukken çoğu insan ne olduğunu bilemez ve imkanlar ölçüsünde kendi kimliğini kazanmaya çalışır. Ben de bu yolda çaba sarf ettiğimden beri/olmak istediğim kişi olmaya gayret ettiğimden beri /bir idealim vardı. Bu ideal sadece nefes aldırabilmek bir şeylerin hayatta kalmasına katkı sağlamak değildi. Mefkûremin temeli tüm varlığı güzele ulaştırma yolunda gerekirse dünyayı terk etmekti. Hani Necip Fazıl diyor ya; ”Tohum saç, bitmezse toprak utansın./Hedefe varmayan mızrak utansın!/Hey gidi Küheylan, koşmana bak sen! /Çatlarsan, doğuran kısrak utansın! ”diye, uzun süredir bu uğurda bir şeyler yapmaya çalışıyordum, umudum vardı. Fakat son zamanlarda ülkenin içinde bulunduğu vaziyet beni çok üzdü, umutlarımı büyük ölçüde kırdı. Ama üstadın iki kelimesi tüm ihanetlere ve umutsuzluklara yetti; ”Tohum saç…Koşmana bak…”Bu devasa ve karmakarışık dünyada insan bazen ne yaparsa yapsın kimseye bir faydasının olmayacağını düşünüyor. Belki her gün her dakika ümitler taze fidanlar gibi çıtır çıtır kırılıyor. İnsanın yüreği acıyor her kırılmada, yüreği dağlanıyor.
Geçen gün yolda yürürken çoğu zaman aynı saatlerde önünden geçtiğim bir evin önünden geçtim. Mekanın önündeki bahçede zoraki birliktelik yaşayan üç insan vardı; bir yaşlı teyze, yedi yaşlarında zihin rahatsızlığı yaşayan bir kız çocuğu ve dört yaşlarında bir erkek çocuğu. Yaşlı kadın her seferinde küçük kızı azarlıyordu, oradan her geçişimde. Dün de ben oradan geçerken kadın kıza kırıcı laflar etti. Ufak kız ondan uzaklaşıp bahçenin bir köşesinde ayakları üstüne çömelip yüzünü kollarına gömüp hüngür hüngür ağladı. Vücudu hıçkırıklarla sarsılıyordu. İçim acıdı. Öfkelendim de. Kadına haddini bildirmek istedim. O ise yüzünü öte yana çevirip benden tarafa bakmadı bile. Bir şey yapamadım, sadece acıdım kız çocuğuna.