Babalar ve Evlatları
Toplumda genelde erkek çocukları şımartılır gibi görünür. Fakat ben durumun tam anlamıyla böyle olmadığını düşünüyorum. Çocuklarının hayatın zorluklarıyla karşılaşmasını istemeyen anne babalar, hep evlatları dizlerinin dibinde otursun isterler. Hal böyle olunca da evde oturan erkek çocuğu toplum geleneklerini doğrultusunda yemek yapıp temizlik işlerine karışmaz, karıştırılmaz. Böylece iki seçenekle karşı karşıya kalır. Ya toplum standartlarında küçük bir sosyal grupla gereğinden fazla vakit geçirerek teorik eğitimden uzak sosyal bir varlık olarak hayatını şekillendirir ya da evde özel uğraşları olan asosyal bir varlık olur. İnsanlardan uzak kalmanın pozitif alanda değer kazanması da kolay iş değil. Yazarların azımsanmayacak kısmı bu mevzuda örnek gösterilebilir.
Yaklaşık iki sene oluyor. Ara sıra gidip kitap okuduğum parka gitmiştim yine. Gitmeden evvel çoğu zaman oturacağım ırmak kenarını, ağaçların yeşilliğini, güneşin evirilip de adı muhterem “Gıj-Gıj Dede”ye istinat eden tepeye değip geçişini hayal ederdim. Irmak aheste akıp giderken güneşten dilimler çalardı. Bilirdim soğuktur su ama her seferinde içime sıcaklık katardı. Serçeler de eksik olmazdı sabahtan akşama değin. Şen sesleriyle yaramaz çocuklar gibi olsalar da sevimli ve küçücüktüler, ancak oynadıkları oyunlara tebessüm edilir. Günün farklı zamanlarında bu müstesna mekân esirgemezdi misafirperverliğini, namütenahi pencereler açardı bana, akıp giderim ırmak misali.
O gün de tanımı çeşitli ilginçliklere tekabül eden keyfiyetimde kitabımı okuyordum. İki amca ağaçların arasından arkamdaki yoldan geçiyorlardı, yorulmuş olmalılardı ki oturmak istediler. Buyur ettim, izin haddime değildi. Tanımadığım bir insan yaklaşınca, bana onun yaklaşık olarak nelerden bahsedeceğini anlardım o zamanlar. Zor da değildi bu. Fiziksel olarak en çok kasın insanın yüzünde olduğu söylenir. İnanırım, zira duygulara yol gösteriyor yüz çizgileri, akan suya yol gösteren nehir yatakları gibi. Ve nehir yatağını çizen de akan suyun kendisidir aslında. Su vadiyi yarıp geçer, hisler de yüz hatlarını.
Saçları kırçıllaşmış iki amca bir tarafa oturmuş, konuşmaya başlamıştık. Konu bir şekilde babalar ve oğullarına gelmişti. Emmi “keşke oğlumu dünyadan esirgeyerek yetiştirmeseydim,” dedi pişmanlıkla. “Ona iyilik yaptığımı zannediyordum ama yanılmışım. Zarar görmesin diye her işini halletmeye çalışmıştım. O zorlanmasın istemiştim. Fakat anladım ki bu onu daha çok güçsüz hale getirdi. Yirmili yaşlarında hayata adım atarken yaşam hakkında pek bir fikri yoktu. Bu yaptığım en büyük yanlışlarımdan biri oldu.”
İki amca gelmişti yanıma biri evladını yanlış yetiştirdiğinden bahsetti. Diğeri ise tam aksine küçük yaşlarda hayatla karşı karşıya geldiğini ne zorluklar yaşadığını.”Onbir yaşımda evden kaçtım. Trene binip İzmir’e gittim, ne bir akrabam ne de arkadaşım vardı. Orda bir adam beni gördü. Kimsem olmadığını anlayınca beni evine davet etti. Eşi bana öz evladıymış gibi davrandı. Bir oğulları vardı, ben gelince iki olmuştu sanki. Hatta aynı kazaktan iki tane örer. Karışmasın diye üstüne ikimizin de isimlerimizin baş harflerini dikerdi. Bana askere gideceğim güne kadar baktılar, on yıl boyunca evlatları gibi ilgilendiler benimle. Öz evlatları gibi askere uğurladılar. Benim annem ve babam onlardı…”Amca anlatıyordu, gözlerindeki ifadeden o anları yeniden yaşadığını anlamak mümkündü.
Kim bilir neden uzaklaşmıştı henüz on birindeki bir çocuk ailesinden. Ya da asıl uzaklaşma anne babaların dizinin dibinde oturan çocuklarının ruhunu görememesi onları anlayamaması mıydı? Ebeveyn olmak için çocuk doğurmak yeter mi, onları kendi düşüncelerimize kendi ideal ve duygularımıza göre mi yetiştirmeliyiz yoksa her insanın apayrı bir dünya olduğuna inanıp, anlamaya ve anlaşılmaya mı çalışmalıyız.